Araştırmacı Gazeteci Yazar Şamil Kucur tarafından kaleme alınan kitaptan alıntı dizisi ile Ülker ailesinin hayat serüveni...
Sabri Ülker yıllar sonra yaşadıklarını çocuklarına ve torunlarına anlatması zor da olsa aktaracaktı. Kendisiyle yapılan söyleşilerde ise derine inmeden, mümkün mertebe yüzeysel anlatıp geçiverecekti. Sabri Ülker Türkiye'ye gelmeden önce yaşadıklarımı çok fazla kişiyle paylaşmadı. Belki paylaşarak kötü anıları yeniden yaşamak istemedi, belki de çevresindekileri üzmek istemedi. Ama şu bir gerçek ki, Kırım'dan anavatana geliş süreci çocuk yaştaki Sabri'yi fazlasıyla etkiledi. Öyle ki aynı zamanda yakın dostu da olan dünürü Mustafa Topbaş kendisiyle ilgili şu tespiti yapacaktı: "Sabri Bey, bisküviyi anlanırken sevinç, Kırım'ı anlatırken hüzün...
Kırım'ın bir gözü hep İstanbul'dadır
Türklerin kalbinde Kırım'ın ayrı bir yeri vardır. Bir yanda imparatorluk olmanın nişanesidir Kırım'a sahip olmak. Karadeniz'e hâkim olmak anlamına gelir. Sinop'tan Kırım’a uzanan doğrusal deniz rotasına egemen olmak demektir. Tuna'nın, Rus ovalarının ve buram buram Türk kokan Kırım coğrafyasının sert şimal rüzgârının serin bir yele dönüşmesinin simgesidir. Belki de bu yüzden 1854 Kırım Savaşı'nın simge türküsü olan Sivastopol Marşı, Türk halkının dilinden hiç düşmez olmuştur. Kırım, Karadeniz hâkimiyetinin simgesi olduğu kadar, İstanbul'un direnç noktasıdır. Kırım'ın bir gözü hep İstanbul'dadır. İstanbul'daki sultana göre şekil alır. O yüzden Kırım Türklerinin ilim için de ticaret için de kalpleri İstanbul ile birlikte atar.
Sabri Ülker'in ailesi, yüreği İstanbul'da atan Kırım Türklerindendi. Yarımadanın Sivastopol'un sırtını yasladığı kısımda, sahil kasabası olan Aluşta'nın Korbek köyünde yaşıyorlardı. Kırım'ın güney sahilinde yer alan Aluşta'nın sahili boyunca uzanan dağlar arasında bir köydü Korbek... Alabildiğine yeşil ve alabildiğine Karadeniz'in maviliklerine uçmaya hazır...
İslam Kırım Türklerini ayakta tutan inancın simgesiydi
İşte bu köy eşrafından, "Devletler Ailesi"ne mensup Hasan Efendi ile eşi Hatice Gülsüm Hanım'ın 1873 yılında bir erkek evlatları dünyaya geldi. Hasan Efendi, oğlunun kulağına, ezan la birlikte ismini de okudu: "Hacı İslam". Hacı ismi Kâbe toprağına olan özlemin, İslam ise Kırım Türklerini ayakta tutan inancın simgesiydi sanki. Ne hazindir ki, Hacı İslam doğduğun da Kırım bir Osmanlı toprağı olmaktan çıkıp Rus hâkimiyetine geçmişti ve Devletler Ailesi'nin Hacı İslam’ı, gözlerini dünyaya Rusya vatandaşı olarak açmıştı. Bunun ne büyük bir acı olduğunu ise büyüdükçe anlayacaktı.
Kırım, öteden beri Rusya ile Osmanlılar arasında büyük mücadeleye sahne olmuştu. Nihayetinde XVI. yüzyıldan beri süren
Osmanlı-Rus savaşları sonrasında, 1768-74 Osmanlı-Rus Savaşı ile Kırım, Rusya egemenliğine geçmişti. Bu yüzden Devletler Ailesi de diğer Kırım Türkleri gibi Rusya hâkimiyeti altındaki vatan belledikleri Kırım'da hayatlarını sürdürüyorlardı.
19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlılar ile Ruslar bir büyük savaş daha yaşadılar. Bu savaşta Rus orduları İstanbul kapılarına dayandılar. Çatalca'ya, Silivri'ye karargâh kurdular, Yeşil köye anıt diktiler. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir yandan iç darbe, diğer yandan otorite boşluğu yaşadığı 1877-78 yılların da meydana gelen savaş, Sultan II. Abdülhamid'in tahta çıkmasıyla barış anlaşmasıyla sonuçlandı. Büyük tavizler verildi. Tarihe 93 Harbi diye geçen bu savaş gerçekleştiğinde Devletler Ailesinin Hacı İslam'ı henüz dört yaşındaydı. Bir yandan savaşlar sürüyor, bir yandan hayat akıyordu. Hacı İslam da ailesiyle birlikte 93 Harbi'nin her türlü zorluk ve eziyetini yaşadı. Birçok Kırım Türkü benzer acıları yaşadılar. Rus baskısı artık her yer de hissediliyordu.
18'inde Fatih Medresesi'ne kabul edildi
Aile'nin Rusya'dan kurtuluş çarelerini araştırdığı süreç içeri sinde artık 18 yaşıma gelen İslam, Osmanlı İmparatorluğu'nun en nitelikli ve en önemli eğitim kurumu olan İstanbul'daki Fatih Medresesi'ne kabul edildi. İstanbul'a geldi, gelir gelmez de Rus tâbiyetinden çıkarak, Osmanlı tabiyetine geçti. İstanbul'un özgür havasını eğitim coşkusuyla birlikte ciğerlerine çekti. Artık başarılı bir öğrenciydi. Daha sonraki dönemlerin birçok din ali minin de yetiştiği, devlete memur ve bürokrat yetiştiren Darul Muallimin'e devam etti. Burada eğitimini başarıyla tamamla yan Hacı İslam, artık bir öğretmendi.
Hacı İslam, Sultan Abdülhamid döneminin getirdiği uzun süreli barış ortamında eğitimini bitirmişti ve buradan kopup tekrar Rus baskısıyla yaşamak istemiyordu. Bu yüzden mezuniyetini takiben 1904 yılında günümüzde Çorlu'nun Karamehmet köyüne geldi ve yerleşti. Burada öğretmen olarak hizmet vermeye başladı. Trakya onun yeni meskeniydi, yeni hayatının başladığı yerdi. Hacı İslam, kısa zamanda takdir edilen ve sevilen bir muallim oldu. Kendisi gibi Kırımlı olup da göç ederek buraya yerleşen bir ailenin kızı olan Şakir’e Hanım ile henüz 21 yaşında iken evlendi. Mutlu evliliklerini daha Saray'da iken üç çocukla taçlandırdılar: Sıdıka (Doğrusöz), Mahire (dört yaşındayken vefat etmiştir) ve Ahmet Asım...
Türk ve Müslüman 600 bin kişi vahşice katledildi
Hacı İslam Efendi, dönemin en seçkin okulu Dar'ül Mualliminden mezun olmuş, yuvasını kurmuş, çoluk çocuğa karışmış, genç yaşta ilmiyle ve ahlakıyla Karamehmet köyünde saygınlık kazanmış, huzuru bulmuştu. Ne var ki o tam da düzenini kurmuşken, olan olmuş, savaş yine kapıya dayanmış, 1912'de Balkan Savaşı patlamıştı. Bulgarların öncülüğündeki düşman orduları, Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci başkentini, Mimar Sinan'ı ustalık eseriyle taçlanmış Edirne'yi işgal etmiş, İstanbul’a doğru ilerlemeye başlamıştı. Bir anda savaş tüm Trakya bölgesini etkisi altına almış ve çok geniş bir alana yayılmıştı. Düşman kuvvetlerini karşısında gören, hayatları, namusları tehlikeye giren Müslüman ahali bir kez daha felaket boyutunda bir deprem yaşamıştı. Gerçekten bu bir toplumsal depremdi. Bölge halkı zaten yıpranmıştı, asayişi sağlamakta da güçlük çekilmekteydi. Tüm bunların üzerine bir de düşman ordularının geldiği haberi alınınca çözüm bölgenin boşaltılmasında bulundu.
Balkan Savaşları kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden, on binlerce insanın süngülendiği, bıçaklandığı, öldürüldüğü ve bütün bunlara sadece Türk ve Müslüman oldukları için maruz bırakıldıkları bir dönemdi. İnsanların camilere doldurulup yakıldığı dahi görüldü. Soykırıma tabi tutulurcasına Türk ve Müslüman 600 bin kişi vahşice katledildi. Anadolu'ya sığınan 900 bin muhacir ise çok ağır şartlarda bölgeden kaçmayı başarabildi. Beş yüzyıl süreyle Türk egemenliğinde kalmış olan bu topraklar, yalnızca 5 ay gibi kısa bir sürede, hem de yaşanan büyük bir vahşetle birlikte kaybedilmişti. Canını kurtarma derdine düşen sivil halk, yolcu ve yük trenleri ile hatta bazen yaya olarak, İstanbul'a sığınmak için bölgeyi terk ediyorlardı. Trajedinin bin bir çeşidi yaşanıyordu.
Evsiz barksız kalan aile cami avlusunda yaşadı
Bu yıllarda Balkanlar'dan İstanbul'a büyük göçler yaşandı. Hacı İslam Efendi, henüz çok küçük olan çocuklarını korumak, onları bir an evvel Bulgar tehlikesinden uzaklaştırabilmek için büyük emek sarf etti. Nihayetinde ailesiyle birlikte sağ salim bir şekilde büyük zorlukların üstesinden gelerek Trakya'dan İstanbul’a ulaşabildiler. Ne var ki İstanbul'da yanlarına sığınabilecekleri ne bir akrabaları ne de bir tanıdıkları vardı. Osmanlı Devleti'nin zor günler yaşadığı bu sıkıntılı günlerde kalacak yeri olmayan aile, diğer muhacirler gibi cami avlularını mesken tuttular. Bir süre sonra da Anadolu'nun içlerine, ağırlıkla Kırım Türklerinin yaşadıkları Eskişehir'e ulaşmayı başardılar. Şimdi hem Balkanları kasıp kavuran, Trakya'yı zulme ve kana boğan zulümden uzaklaşmışlar, hem de tanıdıkların bulunduğu bir ortama kavuşmuşlardı.
Sabri Ülker, Balkan Savaşları sırasında henüz doğmamıştı. Ama yaşanan sıkıntıları, acıları, gözyaşlarıyla anlatılan hikâyelerden dinlemişti. Neredeyse her akşam aile büyükleri bu olaylardan bahsederler, kayıplarını, üzüntülerini paylaşırlardı. İşte yaşanan bu sıkıntılara şahit olmasa da aile büyüklerinden dinledikleri, Sabri Ülker'de de derin izler bırakmıştı.
Devletler ailesinin Balkanlardan İstanbul’a, oradan da Kırım’a gidiş hikâyesini şöyle nakletmişti Sabri Ülker:
"Ailemiz, Balkan Harbi öncesi, Çorlu'nun Karamehmet köyünde yaşıyormuş. Balkan Harbi bozgununda, çocukları kucaklarımda, büyük göçmen seliyle İstanbul'a gelmişler; camilerde ve cami avlularında uzun süre barındıktan sonra, rahmetli babam, memleketi olan Kırım'ı ziyaret etmeyi uygun görmüş; 'Biz dönünceye kadar düşman da çekilir' diye düşünmüş. Rahmetli ablam (Sıdıka) ve ağabeyim Asım Ülker, Çorlu'da doğmuşlar. Rahmetli küçük ağabeyim Hakkı Bey ve ben, Kırım'da doğduk."
İstanbul'a ulaştıktan kısa bir süre sonra Anadolu'ya Kırım kökenlilerin çoklukla tercih ettiği Eskişehir'e geçen Hacı İslam Efendi'nin tayini Konya'ya çıktı. Burada öğretmenliğe başladık tan bir yıl sonra tatil için ata yurdu Kırım'a gitti. Ancak Kırım'da yaşayan Müslüman halkın da bir öğretmene ihtiyaçları vardı. İstanbul'da eğitim almış Hacı İslam Efendi'yi bırakmak istemiyorlardı. Ona her türlü imkânı sağlamayı vaat ederek, burada da sorumlulukları olduğunu söyleyip ısrar ettiler. Bu ısrarlarım üzerine memleket hasreti de eklenince Hacı İslam Efendi, Kırım'da kalmaya karar verdi. "Niyet hayır, akıbet hayır" sözünün gereği, içinden çıktığı bu topluluğa karşı vazifesini yerine getirmek için orada kaldı, sürekli zihninin bir köşesini tırmalayıp duran Ruslarla ilgili olumsuzlukların hiçbirini aklına bile getirmek istemedi.
Kırım'da doğan son çocuktu Sabri Ülker
Böylece Hacı İslam, Kırım'dan eğitim amacıyla ayrılışının üzerinden geçen tam 22 yıldan sonra doğup büyüdüğü topraklara, vatanına geri dönmüştü. Ziyaret niyetiyle geldiği için Kırım'a eşini ve çocuklarımı getirmemişti. Kalmaya karar verince Hacı İslam Efendi, kısa bir süre sonra eşi Şakir’e Hanım ve iki çocuğunu da yanına alarak burada ailesiyle birlikte yeni bir hayata başladı. Bu ikinci bir başlangıçtı. Rus çarlarının yazlık saraylarının da bulunduğu, insanın gördüğü doğal güzellik karşısında adeta büyülendiği Kırım, artık bu ailenin yeni evi olacaktı. Hacı İslam Efendi ve ailesi, Yalta ile Aluşta şehirlerinin arasında bir kıyı köyü olan Küçük Lambat'a (Kiparisnoe) yerleşti.
Kırım yarımadasının doğu kıyısında bulunan Aluşta'da hayat hızla akıp geçti. Hacı İslam Efendi büyük bir şevkle bir yandan mesleğini yapıyor, diğer yandan da hızla büyüyen ailesini geçindirmek için bağ bahçe işleriyle uğraşıyordu. İslam Efendi'nin ailesine üç yeni üye daha katıldı. Üçü de erkekti. İsmail Hakkı 1914'te, Abdurrahman 1919'da ve Sabri ise 1920 yılında dün yaya gelmişti. Ailenin en küçüğü olan Sabri 16 Eylül 1920 tarihinde gözlerini açtığında, Rusya'da komünizm devri başlarken, kudretli Osmanlı İmparatorluğu da büyük devletler tarafından işgal edilmişti. Türk halkı, Misak-ı Milli sınırları içinde istiklal ve istikbalini sürdürebilmek için Milli Mücadele'yi başlatmıştı. Karadeniz'in Kırım kıyısında bir çocuk dünyaya gelirken, Karadeniz'in Anadolu kıyısında ise bir millet var olma mücadelesi veriyordu. Böylesine zorlu günler İslam dünyasının her tarafını sarmıştı. Hacı İslam, gelişmeleri büyük bir tevekkülle izlerken, bu dönemde en çok ihtiyaç duyulan şeyi, sabır ve metaneti sim gelesin diye, doğan son çocuğunun adımı Sabri koydu. O, milletinin de İslam ümmetinin de yeni bir devre, sabır dönemine girdiğinin habercisiydi adeta.
Hacı İslam Efendi de yeni rejimin hedefindeydi
Sabri ismiyle simgelenen sabra, Hacı İslam Efendi ailesinin ihtiyaç duyduğu günler artık başlamıştı. Altı çocuklu aileyi yine çe tin günler beklemekteydi. Sanki savaş ve zulüm, nereye giderlerse gitsinler bu aileyi takip ediyordu. Balkan Savaşları'nda bozgunu bilfiil yaşayan Hacı İslam Efendi ve ailesini yeni yurtlarında da "Bolşevik" ihtilali ve onun getirdiği zulüm, acı ve sıkıntılar rahat bırakmamıştı. Bolşevik İhtilaliyle Kırım’sa da içine alan koca bir coğrafyada Müslümanlar için, özellikle de Kırım Türkleri için ölüm, sürgün ve hapis korkusuyla dolu yıllar da başlamıştı. Yeni sistemin toplumdaki en büyük düşmanı ise "kapitalist zihniyetli oldukları iddiasıyla aydınlar ve öğretmenler idi. Tüm halk bas ki ve zulüm altında olmakla birlikte özellikle bu iki kesim çok katı ve sistematik bir sindirme hareketine maruz kalıyor, birçoğu Urallar'a sürgün ediliyor, direnenler ise kurşuna diziliyordu. Dolayısıyla Hacı İslam Efendi de yeni rejimin hedefindeydi. Ailesi parçalanma, bir kısmı öldürülme, bir kısmı da yokluk ve sıkıntılar içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Sabri Ülker, o yılları hiç unutmadı
Yeni rejim, sınıfsız bir toplum, eşit kaynak paylaşımı gibi süslenmiş cümlelerle insanların tüm mal varlıklarına el koyarken, kırsaldaki bağ-bahçe ve tarlalardaki kurulu düzeni de yeniden paylaştırma bahanesiyle alt üst etmişti. Bu yeni düzende en bereketli ve bakımlı topraklar işten hiç anlamayan kişilere dağıtılmış, çorak diye kimsenin adım atmayacağı yerler verimli bahçelerin eski sahiplerine reva görülmüştü. Ancak komünist sistemin askerlerinin fark edemediği ya da görmek istemediği; verimin salt toprak yapısıyla ilgili olmadığı gerçeğiydi. Nitekim işi bilmeyen ve gerektiği gibi çalışmayan kimselerin ellerindeki verimli yerlerin eski hallerinden eser kalmadığı gibi, işini bilen ve gerçekten çalışan kimselerin ellerinde de çorak denen araziler yeniden hayat bulmuş, canlanmıştı.
Ancak yönetimin derdi toplum refahı olmadığından; toprakları mahvedenlere değil, "girişimci ruhlu" is yapmayı beceren insanlara fatura kesiliyordu. Tek suçları çalışmak ve iyi ürün almak, ticaret yapmak ya da halkı aydınlatmak olan yığınla insan ya Urallar'a, Sibirya'ya sürgün edilip neredeyse ölüme eş değer bir hayata mahkûm ediliyor, ya da toplu halde kurşuna diziliyordu. Sabri Ülker, o yılları hiç unutmadı. 1994 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide o dönemde yaşananları büyük bir üzüntüyle anlattı.
"Bütün bağ-bahçe ve tarlalara" diye başlıyordu Sabri Ülker, "el koyarak, 'Hepsi devletindir, baştan dağıtacağız' dediler. En güzel ve verimli bağları, bahçeleri, tembel ve fakir insanlara; en kötülerini, sevmediklerine verdiler. Güzel bağ ve bahçeler, tembellerin elinde tanınmaz hale geldi. Çalışkan insanlar ise, beğenilmeyen yerlerde yeniden bağlar ve bahçeler kurdular. Komünistiler, tembelleri hiç suçlamadılar. Onlara göre suç, girişimci ruhlu insanlarda idi; ne yapsan, üste çıkıyorlardı. Çare, onları yok etmekti. Urallar'a, Sibirya'ya sürgünler ve toplu kurşuna dizmeler başladı. Doktor Jivago filmindeki sahneler, her tarafta yüzlerce defa tekrarlandı. Babamızı ve bizi defalarca bu sürgün kafilelerine soktular. Henüz komünizmin tam kuvvetlenmediği bir dönemde, halkın ve cemaatin, 'Hocamızı bırakın' diye hareketlenmesi ile kurtulduk."
Hacı İslam Bey ve ailesi bu zorlu süreci en ağar şekilde yaşayanlar
Sabri Ülker'in bahsettiği Doktor Jivago filmi, ünlü Rus yazar Boris Pasternak tarafından kaleme alınmış aynı isimli romandan uyarlanmıştı. Rus devrimi sırasında toplumun ve insanların hayatlarının nasıl savrulduğunu, bir sözcükle hayatlarının nasıl değişip/değiştirilip sürgünlerin yapıldığını, gücün el değiştirmesini ve otoritenin acımasızlaşıp kan dökücü hale gelerek meşruiyetini sağlama gayreti içinde olmasını anlatıyordu. Ömer Şerif'in başrolünü oynadığı Doktor Jivago filmi, devrimin yoruculuğu ile sevdiği kadınlar arasında kalan, doktorluğunun yanı sıra şair ve yazar olan Jivago'nun kalbinin bu hayata dayana mamasının da hikâyesidir.
Kırım'da şartlar böylesine ağırlaşmışken Hacı İslam Bey ve ailesi bu zorlu süreci en ağar şekilde yaşayanlar arasındaydı. Müslüman, mütevazi ve varlık sahibi bir öğretmen olan İslam Bey, Bolşevik rejimin istemediği, düşman olduğu ve "hukuksuz (yemek karnesi, eğitim ve sağlık hizmetleri dâhil her türlü hak tan mahrum bırakılmış, sistem dışı ilan edilmiş) saydığı tüm özellikleri sanki kendinde toplamıştı. Sistematik baskı, sargo, zulüm ve kaçak yaşama mecburiyeti süresince İslam Bey'in aklındaki tek kurtuluş yolu Anadolu'ya dönmekti. Ancak Bolşevik İhtilali'nin gerçekleştiği 1920'den itibaren geçen yıllarda Rusya'da olduğu gibi Türk topraklarında da pek çok şey değişmişti. Zorluk zorluk üstüneydi.
Türkiye'ye göç hazırlıkları başladı
Hacı İslam Bey'in Kırım'a gelişinin üzerinden geçen on yılda Türkiye'de de birçok gelişmeler olmuştu. Bu süreçte L. Dünya Savaşı'nda yenik düşen Osmanlı'nın toprakları işgal edilmeye çalışılmış, ancak topyekûn verilen bağımsızlık mücadelesinden zaferle çıkılarak 1923'te Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurul muştu. Her ne kadar Hacı İslam Efendi vaktiyle Osmanlı tabi yetine geçmiş idiyse de bu süreçte Kırım’da bulunduğundan yeni Cumhuriyet'in vatandaşı olarak görünmüyordu. Türkiye’ye gitmesini sağlayacak yegâne yol olan çıkış izin belgesini alabilmesi içinse Türk Devleti vatandaşı olduğunu kanıtlayacak bir belge göstermesi gerekiyordu.
Bu meselede kendisine en büyük destek ise, oğlu Moskova Türk Büyükelçiliği'nde çalışan bir komşusundan geldi. Yanına Osmanlı'dan kalma tarihi geçmiş pasaportlarını alan İslam Efendi soluğu Moskova'da, Türk Büyükelçiliği'nde aldı. Belge olarak sunduğu Osmanlı Pasaportları bir dizi inceleme neticesin de Genç Cumhuriyet'in bürokratları tarafından geçerli bir delil kabul edildi. Böylelikle Devletler ailesinin bu fertlerine nihayet özgürlüğün yolları açıldı ve Türkiye'ye göç hazırlıkları başladı. Hiç kuşku yok ki, o pasaportlar olmasaydı, Hacı İslam Efendi İstanbul’a gelip eğitim görmeseydi, Osmanlı vatandaşlığına geçmeseydi, Ülker ailesinin hikâyesi daha başlamadan ya sürgünde ya da diğer Kırım Türkleri gibi yokluk içinde sona erecekti.
Hatıralar aklına da kalbine de kazınmıştı
Başvuruları kabul edilip Türk vatandaşı oldukları tescil edilen Hacı İslam Efendi ve ailesi yola çıkmak için hazırlıklara başladılar. Bilerler alınmıştı, yola çıkış tarihi bile belli olmuştu. Sıcak bir yaz günü, 7 Haziran 1929 tarihinde Kırım'ın Odesa Limanından demir alacak olan bir şilebe biletleri alınmıştı bile.. Bu yolculuk sırasında Sabri Ülker, henüz dokuz yaşındaydı. Tüm o korku ve tedirginlik dolu gelişmeleri küçük dünyasında olanca ağırlığıyla hissetti. Yaşadıklarını yıllar geçmiş olsa bile hiç unutmadı. Çünkü o hatıralar aklına da kalbine de kazınmıştı.
Yıllar sonra, o kötü günleri Ankara Sanayi Odası'nın çıkardığı ASOMedya dergisine tüm yalınlığıyla anlattı. "Kırım'da" diyordu Sabri Ülker, "durumun dayanılmaz hale gelmesiyle, rahmetli babam Türk pasaportlarını alarak, Moskova'ya gitti ve oradaki bazı Ruslar ve elçiliğin yardımıyla anavatana dönüşü hallederek sevinçle geldi. Altı nüfuslu bir aile idik. Şahıs başına 3 bin ruble (Rusya’nın para birimi) götürebileceğimiz bildirilmişti. tarihlerde, 1 ruble, 1 Türk Lirası; 8 ruble de 1 sarı lira idi. Çıkış kontrolünü G.P.U. (Rus Gizli Polisi) yapıyordu. Komiser, bütün paramızı alarak, çekmecesine soktu. G.P.U.'ya itiraz edilemezdi; G.P.U.'nun götürdüğü kimse, aranıp sorulamazdı. Tabancalarını, masanın üzerine koymuşlardı. Ağabeyimin, "Yolda yiyecek bir şeyimiz yok. Yol da bir hafta sürecek. Şileple gidiyoruz" demesi üzerine, bizim paramızdan 10 ruble iade ettiler. İstanbul'a geldiğimizde, şamandıraya bağlanan gemiden çıkmak için sandal paramız yoktu. Ne var ki, anne tarafından akrabalarımız bizi karşılamaya çıkmışlardı."
Özgürlüklerinin karşılığı olarak bütün servetlerini Rus gizli polisinin almasına ses çıkarmamışlardı. Bütün varlarım da zaten Kırım'da, geride bırakmışlardı. Beş parasız olmak zerre kadar önemli değildi. Önemli olan Hacı İslam Efendi'nin tüm ailesini sağ salim olarak Türkiye'ye getirmiş olmasaydı. Gerisi mutlaka halledilirdi.
Beş parasız İstanbul'da zorlu mücadele
Rusya'nın Odesa Limanı'ndan 7 Haziran 1929 tarihinde hareket eden gemi tam bir hafta sonra 15 Haziran 1929'da İstanbul açıklarında demir attı. Limanda tüm birikimlerine el konan Devletler ailesinin karaya nasıl çıkacaklarına dair en ufak bir fikirleri bile yoktu. Ailenin bırakın karaya çıkmak için sandalcı tutacak parası olmamasını, ekmek alacak kadar bile parası kalmamıştı yolculuk boyunca. Ancak Şakir’e Hanım’ın İstanbul’da yaşayan kardeşleri ailenin gelişini haber almış ve onları karşıla maya gelmişti. Ata yurtlarından kelimenin tam anlamıyla garip ayrılmışlardı ama anavatan onları bir kez daha bağrına basmış; Türkiye, Devletler ailesi için yine umut olmuştu.
Şamil Kucur, SABRİ ÜLKER
Müsiad Saygı Kitaplığı